25 Şubat 2016 Perşembe

Bir paylaşımdan alıntıdır

Yazi biraz uzun. Sabirla sonuna kadar okumanizi istiyorum. Kuran'da tek harf dahi degismedi diyenlerin eberini bozacak bir yazidir. Eski Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in “Gerçek Din BU 2” kitabındaki konu ile ilişkin yazısını zerre kadar yorum katmadan sadece özetleyerek kendi sözleri ile alıntılıyorum. Prof. Dr. Süleyman Ateş Kur’an’ın nasıl derlendiğini anlatıyor. (gerçek din bu 2 kitabından sayfa 127-135 ) A- BİRİNCİ DERLEME Peygamber devrinde vahiy devam ettiği için Kur’an-ı Kerim toplanıp bir kitap haline getirilmemişti. Ömer, Ebubekir’i Kur’an’ı yazdırmaya ikna etti. Zeyd Bin Sabit bu iş ile görevlendirildi. Zeyd, Kur’an’ı araştırmaya hurma dallarından yassı taşlardan ve insanların hafızalarından başladı. Zeyd, Tevbe suresinin son iki ayetini yalnız Ebu Huzeyne el-Ensari’de buldu. İkinci derlemede ise Ahzab suresinin 53. ayetini yalnızca Huzeyme İbn Sabit’ten almıştı. Zeyd’in derlediği ilk Mushaf ölümüne kadar Ebubekir’de kaldı. Sonra Ömer’e geçti. Ömer’in vefatından sonra da Hafsa’ ya geçti. B- İKİNCİ DERLEME Hz. Osman döneminde İslam devletinin sınırları çok genişlemişti ve farklı dilleri konuşan kişiler Müslüman olmuşlardı. Bu kişilerin Arapça okuyuşları çok farklı idi ve sonunda birbirlerini küfr içinde olmakla suçlamaya varacak kadar ileri gitmişlerdi. Özellikle Ermenistan bölgesindeki savaşta bu durum kendini baş göstermişti. Askerlerin kıraat farkından dolayı birbirlerini küfr içinde olmakla suçlamaları üzerine Osman Kur’an’ı tek bir kıraatta Kureyş lehçesi ile tekrar derlemeye karar verir. Hafsa’daki ilk derlenen Mushaf’ı aldırır ve Zeyd’in başında olduğu 6 kişilik bir komisyonu ikinci derleme için görevlendirir. Komisyon üyeleri Kur’an’ı yazarken ihtilafa düştükleri durumda Hz. Osman’a başvururlar ve onun direktiflerine göre Kur’an’ı yazarlardı. İkinci derleme bitince kimilerine göre 4 kimilerine göre 7 nüsha çoğaltıldı ve önemli vilayetlere gönderildi Hafsa’nın Mushaf’ı da Hafsa’ya iade edildi. Bundan sonra Hz. Osman diğer tüm Mushafların yakılıp yok edilmesini emretmiştir. Ancak bazı sahabilerin kendilerine özel Mushafları yaktırmadıkları tarihen sabittir. Hz. Ali, Abdullah İbn Mesud, Übeyy ibn Ka’b’ın özel Mushaflarının varlığı bilinmektedir. RESMİ MUSHAF HARİCİNDEKİ ÖZEL MUSHAFLARIN YAKILMA NEDENİ Bunun temel nedeni, Kur’an üzerinde doğabilecek bir düşünce ayrılığını önlemek idi. Çünkü kişilerin kendilerine özel Kur’an Mushaflarında yanılabilmeleri mümkün idi ve bundan dolayı Kur’an okunuşunda ve yazılında bazı farklar doğmuştu. Bu farkları ancak işin uzmanı olanlar çözebilirdi. Derleme işi ilk kez Ebubekir döneminde yapılmış ama ayetler esaslı sıraya konulmamış rastgele bir Mushaf oluşturulmuştu. Ayrıca rivayetlerden anlaşıldığına göre ashap arasında sonradan bulunan ama bu ilk derlemede olmayan ayetler vardı. İşte bu gibi nedenlerle de Osman döneminde ikinci derleme yapıldı. Ayetler ve sureler rastgele değil sıraya kondu. Böylece ikinci derleme ile Kur’an’ın tam ve doğru nüshası elde edildi. Birinci derleme ve ikinci derleme ile oluşturulan Kur’an’ın tıpatıp aynı oldukları söylenemez. Çünkü ilk derlemede bazı ayetler bulunamamıştı. Özel olarak oluşturulan diğer Mushaflar yakıldığı gibi bir süre sonra ilk derlenen Mushaf da yakılmıştır. Çünkü ilk derlemenin yazısı ilkeldi ve mükemmel değildi. Bu nedenle yakılması gerekiyordu. Böylece tek Mushaf kaldı. Hz. Ali’nin Mushaf’ını görmüş olanlar Osman döneminde ikinci kez derlenen resmi Mushaf’tan bazı kelime farkları olduğunu söylerler. Kur’an’ın, olduğu gibi korunduğundan şüphe yoktur. Ancak Peygamber’e vahyedilmiş olan bütün ayetlerin şu anki resmi Mushaf’ta bulunduğunu söylemek abartı olur. Çünkü yine Kur’an’ın ifadesi ile Peygamberin hafızasından silinmiş ayetler vardır. Bu ayetler peygamber zamanında Allah’ın dilemesi ile peygambere unutturulmuş böylece yazılamamış ve ortadan kalkmıştırlar. Ama peygamberin yazdırdığı ayetler titiz bir çalışma ile derlenmiş ve Kur’an olarak günümüze kadar gelmiştir. Resmi Mushaf’tan ayrı olan özel Mushaflar yakılmış olmakla beraber bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler bu özel Mushaflar ile resmi Mushaflar arasındaki farkları tespit etmişlerdir. Bunlar incelendiğinde temelde fark olmadığı sadece ufak tefek bazı kelime farklıklarının bulunduğu görülür. KUR’AN MUSHAFLARI ARASINDAKİ FARKLAR Küçük yaştan itibaren Müslümanlar Kur’an’ın Allah tarafından korunan son kutsal kitap olduğuna ve tek bir kelimesinin bile değiştirilemeyeceğine inandırılırlar. Şu ayet bu inanca sahip Müslümanlar için rehberdir. Hicri 9. Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz. Ancak Müslüman kitlelerin ezici çoğunluğu farklı Kur’an Mushaflarının olduğunu bilmez. Konuyu bilen İslam âlimleri ise Bir hadiste yer alan “Kur’an’ın 7 kıraat üzerine indirildiği” açıklamasını yaparlar ve Kur’an Mushafları arasındaki farklılığın Kur’an daha yazılmamış iken Kur’an’ı ezberleyen sahabeler arasındaki şive-ağız farklılıklarına bağlarlar. Kaç değişik Kur’an Mushafı’nın var olduğu bilinmese de günümüze ulaşan farklı Kur’an Mushafları vardır. Libya’da Qaloon ve Sudan’da El-duri Mushafları kullanılır ve bu Mushaflarda da diğer Mushaflara göre farklılık vardır. Ama biz şu anda İslam dünyasında en fazla kullanılan 2 farklı Kur’an Mushaf olan Warsh ve Hafs Mushaflarının birbirlerinden farklılıklarını inceleyeceğiz. Kuzey Afrika (Warsh) Müstafi: Cezayir, Fas, Tunus’un bir kısmı, Afrika’nın ortalarındaki ülkelerde yasayan Müslüman topluluklarınca kullanılan Mushaf’tır. Osman El-Kutbi El-Masri’ye atfedilen Mushaf’tır. Ortadoğu (Hafs) Müstafi: Türkiye dâhil diğer birçok ülkede kullanılan Mushaf budur. Hafs Al-Asadi’ye atfen bu ismi almıştır. Suudi Arabistan’da bu iki Mushaf’ta kullanılır. Okuduğunuz Kur’an’ın Hafs’ mı yoksa Warsh Mushaf mı olduğunu anlamanın yolu çok basittir. Okuduğunuz Kur’an’da her surenin başında olan “Bismillahirrahmanirrahim” ayet olarak kabul edilmiş ve her surenin 1. nolu ayeti olmuş ise Warsh Mushaf’ını okuyorsunuz demektir. Hafs Mushaf’ında ayet numaralandırmalarında “Bismillahirrahmanirrahim” ayet olarak geçmez ve surenin başına yazılır ama 1 nolu ayet bismillahtan sonra başlar. Ancak karıştırmayınız, Fatiha suresinin birinci ayeti zaten “bismillahirrahmanirrahim”dir. Bu nedenle diğer surelerdeki 1. ayetlere bakınız. İslam âlimleri en çok kullanılan bu iki Mushaf arasında çok küçük yazım ve okuyuş farklılıkları olduğunu ve anlam kaymasının az olduğunu ve Kur’an’ın anlam bütünlüğüne zarar vermediğini söylerler. Bu savunma doğrudur. Ama cahil toplumların Kur’an’ın tek harfinin bile değişmediği seklindeki inandıkları yalanı ortadan kaldırmak için mücadele etmeyip konuyu sadece kendi aralarında tartışıp toplumu cahil bırakmaları önemli bir hatadır. Evet, farklı Mushaflar arasındaki harf-kelime farklılıkları Kur’an’ın anlam bütünlüğüne zarar vermiyor. Tabi bazı ayetlerin anlamları farklı olabiliyor ama bu Kur’an’ın vermek istediği mesajı etkilemiyor. Şimdi bu iki Mushaf arasındaki yüzlerce farktan bazılarına bakalım: Bakara 125. ayet: Hafs Mushaf’ında “vettehizu” anlamı “(siz) alın-edinin”. Warsh Mushaf’ında ise “vettehazu” anlamı “(onlar) aldılar-edindiler” İbrahim’in makamı hakkında olan bu ayette mesaj değişmese de anlam değişiyor. Hafs Mushaf’ında İbrahim’in makamı ile ilgili emir vardır. Ayette ilgili kısım: Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). Warsh Mushaf’ında ise emir yoktur, olay tarihsel olarak anlatılıyor. Ayetin ilgili kısmı: “Onlar da İbrahim’in makamından bir namaz yeri edindiler (orada namaz kıldılar). Burada Kur’an’ın mesajı değişmiyor ama ayetin anlamı değişmiş oluyor. Ali Imran 146.ayet Hafs Mushaf’ında “Qatal -katele” anlamı savaştı(lar) Warsh Mushaf’ında “qutil- kutil” anlamı öldürüldü(ler). Bu ayette bir Mushaf’ta peygamberle beraber mücadele eden Allah erlerinden bahsedilmektedir. Bir Mushaf’ta Allah erlerinin savaştığı yazarken diğer Mushaf’ta öldürüldüğü yazmaktadır. Mesaj aynı olsa da anlam değişmektedir. Fatiha suresi 4. ayet Hafs Mushaf’ında: “maliki” anlamı kral Warsh Mushaf’ında: “maAliki” Anlamı sahip Bu ayette ceza günü (Kıyamet) anlatılırken bir Mushaf’ta “o (Allah) ceza gününün kralıdır” iken diğer Mushaf’ta “o ceza gününün sahibidir”. Bakara 140.ayet Hafs Mushaf’ında “tekulune” anlamı “siz söylüyor”. Ayet şu şekilde: “Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbâtin Yahudi yahut Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz” Warsh Mushaf’ında ise “yekulune” anlamı “onlar söylüyor” ayet su şekilde “Yoksa onlar, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbâtin Yahudi yahut Hristiyan olduklarını mı söylüyorlar” Ali Imran 81. ayet Hafs Mushaf’ında “ateytüküm” anlamı “ben verdim”. Warsh Mushaf’ında “ateynaküm” anlamı “biz verdik” Araf. 57 ayet Hafs Mushaf’ında “büsram” anlamı “iyi haber – müjde”. Ayetin anlamı: “Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur” Warsh Mushaf’ında “nüsram” anlamı “dağıtmak”. Ayetin anlamı: Rüzgârları rahmetinin önünde dağıtarak gönderen O’dur” Daha çok bu şekilde farklılıklar var. Birkaç tanesine daha kısaca değinelim. Araf 144. ayette hafs Mushaf’ında “benim mesajlarım” Warsh Mushaf’ında “benim mesajım” Yunus 2. ayette hafs Mushaf’ında “büyücü-sihirbaz” Warsh Mushaf’ında “büyü-sihir” Yunus 33 ve 96. ayetlerde hafs Mushaf’ında “söz” Warsh Mushaf’ında “sözler” Ayrıca bu Mushaflarda birçok harf tutmalıkları vardır. Mesela Bakara 72 ve 131. ayette Warsh Mushaf’ında fazladan “elif” harfleri vardır. Hafs Mushaf’ında 6236 ayet vardır. Warsh Mushaf’ında ise 6214 ayet vardır. Bilinen diğer Mushaflar 6616 – 6217 – 6204 – 6226 ayetledirler. Ancak bu durum Mushafların farklı olduğu anlamına gelmiyor. Aynı Arapça yazıda bazıları 2 ayet var diyor, bazıları 3 ayet var diyor. Bazıları besmeleleri ayet kabul ediyor. Dolayısı ile ayet sayısı farkı Kur’an Mushaflarının farklı olduğu anlamına gelmiyor. Ama buradan şu önemli sonuç çıkıyor. Kur’an’da ayet numaraları ve sure numaraları kutsal değildir. Bu nedenle 19. mucizesi imanlıları veya Kur’an’da ayetleri sayıp aklınca bir şeyler bulan Ömer Çelakıl’ın Kur’an şifreleri kitabı hiçbir değer arz etmemektedir. Çünkü akıllarınca buldukları Kur’an şifreleri diğer Mushaflara uymamaktadır.

farklı bi bakış

ŞAMANİZİM & PEYGAMBERİZM Şamanizm, özellikle orta asya halklarına has bir dini oluşum zannedilse de, aslında tarihin hiçbir döneminde bu isim altında nevi şahsına münhasır bir din var olmamıştır. Doğrusu şu ki: Ruh, Melek, Cin gibi metafizik varlıklarla iletişime geçme ve o varlıklardan çeşitli konularda (kehanet, büyü, şiir, doktorluk vs.) yardım alabilme marifetine sahip kişilere genel bir ifadeyle "ŞAMAN" denilir... Tarihteki ilk sosyal statü olarak ortaya çıkan şamanlık mesleği, her devirde ve hemen her toplumda değişik isimler altında kendini göstermiştir. Eski semitik halklarda Cin şairliği, Kahinlik ve Nebilik (peygamberlik) olarak tezahür ettiği gibi, günümüzde de "medyomluk" adı altında varlığını korumaktadır... Biz bu noktada sözü daha fazla uzatmamak adına ayrıntıya girmeden, eski Yahudi ve Arap teolojisindeki şamani tatbikatlardan örnekler sunmaya çalışacağız. Bu esnada kahinlik, şairlik ve özellikle de Nebilik gibi semitik kavramların tamamen şamani bir temele dayndığı da ortaya çıkmış olacak... ŞAMAN AYİNİ: Şaman ayinleri okunan dua ve ilahilerle başlar. Bundan sonra, öte alemde yaşayan ruhlar, isimleri söylenmek suretiyle davet edilirler. Ayinin bu bölümüne "körmöstü kagıp yat" denilir. anlamı: "Ruhları (körmösleri) sarsmak / harekete geçirmek" demektir. Ruhların harekete geçip, kendilerini çağıran şaman ile iletişim kurmaları bazen çok uzun sürebilir. Bu esnada şaman transa girmiştir ve ruhların gelmesi için sürekli isimlerini zikreder.. Bazen de vücudunu yaralayarak kanını akıtır. ancak bu yaralanma sırasında trans halinde olan şaman hiçbir acı hissetmemektedir. bu olayın possession ile sonuçlanıp, şamanın başarısız olma ihtimali de var... Söz konusu ayini canlı izlemek için National geographic'de yayınlanan "sıradışı şaman şifacılar" Belgeselini internet üzerinden bulabilirsinizOldukça ürkütücü olan "körmöstü kagıp yat" aşaması başarılı olursa, bir sonraki aşamaya yani "ım sanap yat" aşamasına geçilir. "Gelen ruhlarla (körmöslerle) gizlice konuşmak" demektir. Bu evrede ruhlar, bir takım işaretlerle, şamana bazı bilgiler verirler veya hangi amaçla çağırılmışlar ise, o hususta yardımcı olurlar. Görevleri ruhani alemden bilgi aktarmak olabileceği gibi, bir hastanın tedavi edilmesi de olabilir, veya kötü niyetli bir ruh tarafından ele geçirilmiş bir insanın uğradığı tasalluttan kurtarılması (cin çıkarmak) olabilir, kehanet olabilir, sihir olabilir ve saire ve saire... Şimdi bu anlatılanların yahudi teolojisindeki tezahürünü görmek için, NABİLER(nebiler) tarafından düzenlenen, fakat başarısızlıkla sonuçlanan bir şaman ayinini tevrattan okuyalım: bk: 1. Krallar 18/ 24-28: ------ 24- Ve siz ilâhınızın ismini okuyun/söyleyin, ben de Yahve'nin ismini okuyacağım/söyleyeceğim; ve hangi ilah ateşle cevap verirse, ilah odur. ve bütün kavm cevap verdi: Bu söz iyidir, dedi: וּקְרָאתֶ֞ם בְּשֵׁ֣ם אֱלֹֽהֵיכֶ֗ם וַֽאֲנִי֙ אֶקְרָ֣א בְשֵׁם־יְהוָ֔ה וְהָיָ֧ה הָאֱלֹהִ֛ים אֲשֶׁר־יַעֲנֶ֥ה בָאֵ֖שׁ ה֣וּא הָאֱלֹהִ֑ים וַיַּ֧עַן כָּל־הָעָ֛ם וַיֹּאמְר֖וּ טֹ֥וב הַדָּבָֽר Yukardaki ayette Yahve'nin nebisi (peygamberi) ilyas, sahte tanrı Beal'in nebiilerine meydan okuyarak, onların ruhani alemden bir ruhsal yardım alamayacaklarını iddia ediyor. ve Baalin Nebi'leri de bu düelloyu kabul ediyorlar. Ardından ilahları (ruhları) çağırma ayini başlıyor ve tam olarak şaman ritüelleri tatbik ediliyor. Dikkatle okuyunuz... 25- Ve İlya Baalın nebilerine dedi: Bir boğayı kendiniz için seçin, ve önce onu hazırlayın; çünkü siz çokluksunuz; ve ilâhınızın ismini okuyun/söyleyin, fakat ateş koymayın. וַיֹּ֨אמֶר אֵלִיָּ֜הוּ לִנְבִיאֵ֣י הַבַּ֗עַל בַּחֲר֨וּ לָכֶ֜ם הַפָּ֤ר הָֽאֶחָד֙ וַעֲשׂ֣וּ רִאשֹׁנָ֔ה כִּ֥י אַתֶּ֖ם הָרַבִּ֑ים וְקִרְאוּ֙ בְּשֵׁ֣ם אֱלֹהֵיכֶ֔ם וְאֵ֖שׁ לֹ֥א תָשִֽׂימוּ׃ 26- Ve kendilerine verilen boğayı alıp hazırladılar, ve sabahtan öğleye kadar: Ey Baal, bize cevap ver, diye Baalın ismini okudular/söylediler. Fakat ses yoktu, ve cevap veren yoktu. Ve yaptıkları mezbahın etrafında sıçraştılar. וַ֠יִּקְחוּ אֶת־הַפָּ֨ר אֲשֶׁר־נָתַ֣ן לָהֶם֮ וַֽיַּעֲשׂוּ֒ וַיִּקְרְא֣וּ בְשֵׁם־הַ֠בַּעַל מֵהַבֹּ֨קֶר וְעַד־הַצָּהֳרַ֤יִם לֵאמֹר֙ הַבַּ֣עַל עֲנֵ֔נוּ וְאֵ֥ין קֹ֖ול וְאֵ֣ין עֹנֶ֑ה וַֽיְפַסְּח֔וּ עַל־הַמִּזְבֵּ֖חַ אֲשֶׁ֥ר עָשָֽׂה׃ 27- Ve vaki oldu ki, öğleyin İlya onlarla eğlenip dedi: Yüksek sesle okuyun/söyleyin; çünkü o bir ilâhtır; ya dalgındır, yahut helâdadır, ya yolculuk ediyor, belki de uykudadır da uyandırmak gerek. וַיְהִ֨י בַֽצָּהֳרַ֜יִם וַיְהַתֵּ֧ל בָּהֶ֣ם אֵלִיָּ֗הוּ וַיֹּ֙אמֶר֙ קִרְא֤וּ בְקֹול־גָּדֹול֙ כִּֽי־אֱלֹהִ֣ים ה֔וּא כִּ֣י שִׂ֧יחַ וְכִֽי־שִׂ֛יג לֹ֖ו וְכִֽי־דֶ֣רֶךְ לֹ֑ו אוּלַ֛י יָשֵׁ֥ן ה֖וּא וְיִקָֽץ׃ 28- Ve yüksek sesle okudular/söylediler, ve usullerine göre üzerlerinden kan akıncıya kadar kılıçlarla ve kargılarla kendilerini yaraladılar. וַֽיִּקְרְאוּ֙ בְּקֹ֣ול גָּדֹ֔ול וַיִּתְגֹּֽדְדוּ֙ כְּמִשְׁפָּטָ֔ם בַּחֲרָבֹ֖ות וּבָֽרְמָחִ֑ים עַד־שְׁפָךְ־דָּ֖ם עֲלֵיהֶֽם׃ 29- Ve vaki oldu ki, öğle vakti geçince, akşam takdimesi arzolunduğu vakte kadar Nebilik ettiler; fakat ses yok, ve cevap veren yok, kulak asan da yoktu. וַֽיְהִי֙ כַּעֲבֹ֣ר הַֽצָּהֳרַ֔יִם וַיִּֽתְנַבְּא֔וּ עַ֖ד לַעֲלֹ֣ות הַמִּנְחָ֑ה וְאֵֽין־קֹ֥ול וְאֵין־עֹנֶ֖ה וְאֵ֥ין קָֽשֶׁב׃ ------ Gördüğünüz gibi 28. ayette iyice belirgin hale gelen kanlı bir ruh çağırma ayini, 29. ayette NABİLİK ETMEK olarak nitelenmiştir. Böylece NABİ(nebi) kelimesinin tam olarak ŞAMANLIK MESLEĞİNE olan delaleti açığa çıkmış oluyor.. O halde kur-an'da dahi bir NEBİ olarak tanıtılan hz Muhammed'in bir şaman olduğunu söyleyebilir miyiz ? Mircea eliade bir şamanın vecd halini şöyle anlatır: ----- "şaman ayin sırasında önce kendinde büyük bir yorgunluk hisseder, vücudu kasılıp titrer, göğsü daralır ve birtakım sesler çıkartarak ağlamaya başlar. ruhları çağırmak için "gizli dilde" ırlamaları uzattıkça uzatır, dalınca geçip kendisine ait değilmiş izlenimi veren garip ve yüksek bir sesle konuşur" ----- Ebû hüreyre ise muhammed'in vahy alış anını şöyle anlatır: ----- "vahiy nâzil olurken en evvel vücûduna bir titreme gelirdi; "vahiy nüzûl ederken kendilerini (tasa ve kaygi kaplar yüzü kül gibi olur), gözlerini kaparlar ve horultuya (benzer) siddetli siddetli nefes alirlardı" ----- Tıpkı bir şamanda olduğu gibi vahy alma anında muhammed'de görülen titreme, hırlama ve göğüste daralma gibi belirtilerinden bahseden sayısız hadis-rivayet vardır. hepsini buraya almaya gerek görmedim... Bununla birlikte hz Muhammedin nebilik vazifesine başlaması da tıpkı bir şaman gibidir.. Şöyle ki; "Eskiden mekke'deki hanifler, recep ayında inzivaya çekilirlerek, mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde hira (nûr) dağında bir köşede tefekküre dalardı." Yani, senede bir kez şehri terk ederek inzivaya çekilmek, o yıllarda sadece hz muhammed'e has bir tutum olmadığı için, onun hira dağında tefekküre dalarak geçirdiği günlerin pek de sıradışı olduğunu söyleyemeyiz. Hatta bu inziva sırasında ruhani bir varlıkla temas kurması dahi o dönem için sıradan sayılabilecek bir vakıadır denilebilir... Zira o dönemde şairlik, kahinlik ve nebilik mesleklerini icra eden kişilerin mutlaka ruhani alem ile temas kurması gerekirdi. Örnekse şairlik mesleği ile ilgili süleyman ateş şöyle söylüyor: ----- "Eskiden arabistan'da şiir bir sanat olmaktan çok, cinlerle, gizli güçlerle temas kurup onlardan birtakım bilgiler alma mesleği idi. herkes ile konuşmayan cin, ancak seçtiği adamla konuşurdu. her cinnin seçtiği bir şair vardı. erkek veya dişi cin, sevgisine layik gördüğü adamın üzerine çullanır, onu yere atar, göğsünün üstüne çıkar ve onu dünyâda kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. işte şiir seremonisi böyle başlardı. o andan itibaren o adama şair denilirdi. şairle cin arasında çok içten bir ilişki kurulurdu. her şairin, zaman zaman kendisine ilham veren özel bir cinni vardı... (4)" ----- Sadece şairlerin değil kahinlerin de mutlaka yaşadıkları bu deneyim, Allahın nebisi olan muhammedin hira dağında yaşadığı tecrübe ile birebir aynıdır. hz muhammed bu deneyimini şöyle anlatıyor: ----- "...(ben okuyucu değilim deyince) melek beni tutup kucakladı, takatim kesilinceye kadar sıktı. sonra bıraktı. tekrar: "oku!" dedi. ben tekrar: "okuyucu değilim !" dedim. beni ikinci defa kucaklayıp takatim kesilinceye kadar sıktı. sonra tekrar bıraktı ve "oku!" dedi. ben yine: "okuyucu değilim !" dedim. beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatim kesilinceye kadar sıktı. sonra bıraktı ve: "yaratan rabbinin ismini oku! o, insanı alaktan yarattı. oku, rabbin kerimdir, o kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti" dedi." resulullah (sav) bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. kalbinde bir titreme (bir korku) vardı. hatice`nin yanına geldi ve: "beni örtün, beni örtün!" buyurdu..." (5) ----- hz muhammedin ve arap nebiilerinin yaşadıkları bu deneyim, tam anlamıyla bir şamanın şamanlığa başlama aşamasını yansıtmaktadır... Şamanist altaylılar bu duruma "Töz basıp yat" (Ruh basıyor) diyorlar, ve böyle bir musallata maruz kalan kişinin, insiyatör bir ruh tarafından insiye edildiğine yani eğitildiğine inanıyorlardı. Bu inanca göre eğer ki söz konusu eğitim sonunda kişi, "insiyatik ölüm" denilen deneyimi yaşayabilirse bir takım ilahi sırlara(mister) muvaffak oluyor. Şamanist Türkler’in (Yakutlar, Altaylılar vs.) tradisyonlarına göre bu eğitim, insiyatör ruhlar tarafından, yeraltı denilen öte-alemde veya spiritüel gök katlarında gerçekleştirilmektedir. Bu da tam olarak islam literatüründeki MİRAC olayına tekabül eder. Zira bu inanca göre de, zorlu bir insiyasyonun ardından ölmeden önce ölüp benliğinden vazgeçen kişi bir takım ilahi sırlara muvaffak olur vs.. fakat bu makalenin hacmini genişletmemek için daha fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Burda önemli olan nokta şu ki, eğer insiyatör ruh, düşük seviyeli habis bir ruh ise, kişi ondan kurtulamadığı taktirde bir süre sonra aklını yitiriyor veya akıbeti ölüm oluyordu... işte belki de hz muhammedin korkusu buydu ! ki, "ma ene bikariin" diyerek o ruhtan kurtulmaya çalışmış olabilir... Yani, "Ben kari değilim" derken belki de NEBİ olmak istemediğini anlatmak istiyordu. çünkü KaRaE (ib. קרא) fiili, nebilere özgü bir şamani okuma olarak da karşımıza çıkmaktadır. Konuyla ilgili tevrat ayetlerini yukarda paylaşmıştık... Bu arada çok ilginç bir noktaya da temas etmeden geçmeyelim: Eskiden yahudiler arasında NEBİ yerine KAHİN anlamına gelen "הראה / HARO'EH" sözcüğü kulanılmaktaydı. Bunu da yine Tevrattan öğreniyoruz: Eskiden İsrail'de biri tanrıya bir şey sormak istediğinde "haydi kahin'e gidelim" derdi. Çünkü bugün nabî denilene o vakit kahin (הָרֹאֶה) denirdi (I Samuel 9.9) Bu isim değişikliği bizleri şaşırtmamalıdır. çünkü şamani toplumlarda da şamanların çok farklı isimlerle anıldıklarını biliyoruz: mesela, Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar erkek Şamanlarına bö, böge Yakutlar oyun, Çuvaşlar yum, Kırgız-Kazaklar bakşı, baksı ya da bahşı derler... Bu farklı isimlendirmelerin nedeni şamanların çok değişik faliyetlerde bulunmalarıdan kaynaklanır. Bazı toplumlarda doktor anlamında BAHSI, bazı toplumlarda ruhlardan esinlenen kişi anlamında SAMAN, bazılarında ise geleceği görüp bilen kişi anlamında KAM isimleri kullanılır.. isimler farklı olsa da aslında hepsi aynı işi yapmakta olan meslektaşlardır... Aynı şekilde Yahudi ve Arap teolojisinde de, öte alem ile ilişki kurduğuna inanılan insanlara Şair(شاعر), Kahin(كاهن / הָרֹאֶה), Nebi(نبى / נבי) gibi değişik isimler verilmiştir. Şair: "sezgi yoluyla bilmek" anlamına gelen şaˁara (شعر) kökünden ism-i faildir. Araplar, şiir söyleyen kişilerin ruhlardan esinlendiğine inandıkları için onlara Şair (شاعر) demişler.. Kahin: "Gaibden haber vermek" anlamına gelen kehanet (كهانة) sözcüğünün ism-i failidir. İbranice Horo'eh (הראה) sözcüğü ise "Görmek" anlamındaki ra'ah (ראה) kökünden türetilmiş olup, "Geleceği gören kimse" yani gaibi görüp haber veren kimse anlamındadır.. Nebi: "Heber vermek, bildirmek" anlamınadki Nebe (نبأ) kökünden ism-i fail olan nebi(نبى) sözcüğü, istilahta ruhani alemden haber veren kişilere isim olmuştur. ibranice okunuşu Nabi (נבי)'dir... velhasılı, değişik isimlerle anılan fakat aynı mesleği icra eden bu grupların, KARİ veya KARAİ(okuyucu) ismini müşterek olarak kullandıklarını zannediyoruz. Çünkü onlar, herhangi bir işte, ilahlardan (ruhlardan) yardım almak için düzenledikleri ayinlerde, ilahların (ruhların) isimlerini okurlar. ve bu eylem tevratta "NABİLİK ETMEK" olarak tanımlanır... Bazen kelimelerin etimolojik mazisi bizlere çok şey anlatmaktadır....
627 yılında Beni Kureyza isimli bir medineli kabileden 900’e yakın Yahudi Muhammed’in emri üzerine müslümanlarca katledildi. Katliam sabahın ilk ışıklarıyla başlayıp gecenin ilerleyen saatlerine dek sürdü. Kaçabilenler esir olarak alınıp köle pazarlarında satıldılar. Kuran’da bu olay Ahzab Suresi’nin 26. Ve 27. Ayetlerinde şöyle geçer: Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter. Kuran’da yazanların incelenmesi Yukarıdaki ayetlerde değinilen insanlar Beni Kureyza kabilesindeki Yahudilerdir. Bu yahudilerin katli için ortaya sürülen sebep ise iddia edildiği üzre Medineli müslümanlarla savaşmaya gelen Mekkelileri desteklemeleridir. Bu Kuran ayetlerinin incelenmesi, olay gerçekleştikten sonra Kuran’da yer aldığı bilgisini doğrulamaktadır ve yine bu ayetlere göre Ehl-i kitaptan olup Mekke’lilere yardım edenleri suçlayan Allah’tır. Müslümanlar genellikle Beni Kureyza katliamını bu ayetleri göstererek haklı çıkarmaya çalışırlar çünkü ayetler Kureyza kabilesinin anlaşmayı bozup müslümanlara karşı Mekkelilerle birleştiğini ima eder. Varılan sonuç, anlaşmanın bozulup Mekkelilerin tarafında savaşmak hainlik olduğu için, Beni Kureyza’nın yahudileri toptan imha edilmeyi haketmiştir. Bu suçlama tamamen temelsizdir ve Beni Kureyza kabilesi tarafından toptan yokedilmeyi gerektirecek hiçbir hainlik yapılmamışır. Bu insanlar sadece Muhammed’in saldırganca tutumunun bir kurbanı olmuşlardır. Kuran üzerinde ilerlemeye devam ettikçe bu nokta daha iyi anlaşılacaktır. Bu sebeple Kuran’ın Hendek Savaşı’ndan ilk bahsettiği yerden başlamak gerekir. Çünkü söz konusu katliam bu savaştan sonra gerçekleşmiştir. Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. (Kuran 33:9) Allah, kendisine inananlara bağışladığı nimetleri hatırlatıyor. Büyük ordular Müslümanlara saldırmaya geldiğinde, onların üzerine rüzgar göndererek düşmanı geri çeviriyor ve inananları felaketten kurtarıyordu. Bu ayet Muhammed’in düşmanlarının Allah tarafından geri çevrildiğini ima ediyor. Ancak düşmanların savaştıktan önce mi sonra mı çevrildiğinden hala emin değiliz. Kuran’ı okumaya devam edersek; Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman; (Kuran 33:10) Burada Allah devasa Mekke ordusuyla karşılaştığında müslümanların durumunu gösteriyor. Müslümanlar Allah’tan şüphe duymaya başlıyorlar, böyle büyük bir orduyla çarpışmanın onlar için hiç de iyi sonuçlanmayacağına inanıyorlar. Ibn Kesir tefsirinde bunu açıkça ortaya koyar: İbn Jarir şöyle demiştir: “Allah’ın elçisinin yanında olanlardandan bazılarının şüpheleri vardı ve sonucun müminlerin aleyhine olacağını ve Allah’ın buna izin verebileceğini düşünmüştü. (Ibn Kesir - Kuran 33:10 tefsiri) Kuran ayetleri Ibn Kesir’in tefsiri ile ele alındığında Muhammed ve ordusunun Hendek’te savaşacak durumda olmadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Muhammed Mekke ordusunun gücünü çok önceden duymuştu ve bu sebeple silah arkadaşlarından olan İranlı Salman’ın tavsiyesine uydu ve Mekke’lilerin müslüman topraklarına girmesinin önüne geçmek için çevrelerine hendekler kazdılar. Savaşa adını veren şey de Muhammed’in uyguladığı bu taktiktir. Mekkeliler iki kabileden oluşan dev bir orduydu. Bu kabileler Kureyş ve Gatafan kabileleriydi. Muhammed’in bu savaşta böylesine defansif bir duruş sergilediği gerçeği dahi zamanın müslüman ordusunun zayıflığını ve düşmanlarının kuvvetini ispatlıyor. Hendek savaşının aslında kimsenin tek kılıç sallamadığı bir savaş olduğu açıktır. Kalabalık sayıda oldukları ve o zamanki müslümanların tamamını yok edebilecekleri halde Mekke ordusu hendeklerin önünde durmak zorunda kalmış ve müslümanların toprağına giriş yolunu bulamamıştır. Müslümanlara ulaşmanın tek yolu Muhammed’in hendek kazmadığı Beni Kureyza yoludur. Sonuç olarak savaşıp galip gelmek isteyenler sonuç alamamış ve eli boş olarak geri dönmüşlerdir. Allah Kuran’da düşmanın üzerine rüzgar göndererek, yerleşim yerlerini dağıtarak korku saldığını ve bu sebeple geri çekilmek zorunda kaldıklarına tanıklık ediyor. Bu sebeple Kuran savaşın gerçekleşmediğini doğruluyor. Hadislerde yazanların incelenmesi Kuran’da yazanlardan yola çıkarak Hendek savaşının hiç yapılmadığı ispatlandığına göre, savaşmadan canlarını kurtaran Muhammed ve ordusunun dikkatini Beni Kureyza’ya çevirmesine neyin sebep olduğunu güvenilir İslami kaynaklardan araştırmak gerekir. Allah’ın kendisi Mekke’lileri geri çevirdiğini ve müslümanların kaçmalarına yardım ettiğini, aksi taktirde onları kaçınılmaz bir yokoluşun beklediğini belirtiyor. Şimdi İbn Kesir’e dönelim ve bundan sonra neler olduğuna bakalım: Allah’ın elçisi Medine’ye zaferle döndü ve insanlar silahlarını bıraktı. Allah’ın elçisi yıkanarak savaşın kirini üzerinden atarken, Cebrail sırmalı ipek kumaştan bir örtü içinde ona göründü ve dedi ki “Silahlarınızı bıraktınız mı ey Allah’ın elçisi?” Muhammed “Evet” dedi. Ardından Cebrail “Ama melekler henüz silahlarını bırakmadılar, ben daha yeni insanların peşinden geliyorum. Yüce Allah senden kalkmanı ve Beni Kureyza’ya yürümeni emrediyor.” Başka bir anlatıma göre Cebrail: “Ne iyi bir savaşçısın! Silahlarını bıraktın mı?” Muhammed “Evet” der. Cebrail der “Ama biz silahlarımızı henüz bırakmadık, ayağa kalk ve bu insanların üzerine yürü.” Muhammed “Nereye?” der. Cebrail “Beni Kureyza’ya. Çünkü Allah beni onları sarsmakla görevlendirdi” der. Böylece Allah’ın elçisi Muhammed derhal ayağa kalktı ve insanlara sadece birkaç kilometre uzaklıkta olan Beni Kureyza’nın üzerine yürümeyi emretti. (Ibn Kesir tefsiri – Beni Kureyza’ya karşı yapılan sefer) İbn-Kesir’in bu anlatımı sahih hadisler tarafından da desteklenir: Ayşe şöyle demiştir: Allah’ın elçisi Hendek savaşından döndükten sonra silahlarını bıraktı ve yıkanmaya gitti. Derken başı tozla kaplanmış olan Cebrail ona göründü ve şöyle dedi, “Silahlarını bırakmışsın! Allah’a hamdolsun ki ben henüz silahlarımı bırakmadım.” Allah’ın elçisi sordu: “Nereye gitmem gerekiyor?” Cebrail Beni Kureyza kabilesinin olduğu yönü göstererek “Bu tarafa” dedi. Böylece Allah’ın elçisi onların üzerine yürüdü. (Sahih Buhari 4:52:68) Bu anlatımdan açıkça anlaşılacağı üzre Muhammed ve takipçileri Mekke ordusunun geri çekilişinin ardından rahatlayıp dinleniyorlardı. Cebrail, Allah’ın emirleriyle ortaya çıkana kadar Beni Kureyza’ya karşı bir sefer düzenleme planları yoktu. Bu durum ayrıca şunu da ortaya koyuyor ki; Mekke ordusu Hendek Savaşı’nda kazılan hendeklerin önünde tıkılıp kalmışken, Beni Kureyza kabilesi müslümanlara kötü bir şey yapmamışlardı. Kaynakların belirttiğine göre kuşatma neredeyse bir ay kadar sürmüştü ama sonunda Mekkeliler savaşmadan ayrılmışlardı. Savaşabilmeleri mümkün değildi çünkü hendekler Muhammed’den hiç beklemedikleri yeni bir taktikti. Müslümanlara ulaşmanın tek yolu Beni Kureyza’nın tarafı olduğu için Beni Kureyza kalesinden yeşil ışık beklediler ancak o ışık hiç yanmadı. Mekkeliler en nihayetinde dünya üzerindeki tüm müslümanları haritadan silmekle sonuçlanacak tam teşekküllü bir savaşa müdahil olma umutlarını kaybedip geri çekildiler. Düşman geri çekildikten sonra, müslümanlar için silahları bırakma ve rahatlama zamanı gelmişti. Ancak kumandanları Muhammed için hiç de öyle değildi. Kazanç elde etmeden geri çekilmeyi kendine yediremedi. Geçmişte girdiği her savaştan galip ayrılmış, zafer ona ve takipçilerine ganimet ve köle kazandırmıştı. Uhud savaşı bu konuda tek istisnaydı. Bu savaşta ise, canlarını kurtarsalar da bir şeyler eksikti: ganimet. Mekkelilerin geri çekilişi onları bundan mahrum bırakmıştı. Cebrail’in gözükme zamanı gelmişti. Muhammed’in kendisini ve silah arkadaşlarını tatmin etmek için savaş ganimetine ihtiyacı vardı. İçinde sadece küçük bir garnizonun olduğu yakınlardaki bir kale bunu elde etmek için kolay bir hedefti. Derken Cebrail Allah’tan emirlerle çıktı geldi: “Hayır Muhammed, hedefe ulaşmadan silahlarını bıraktın” dedi. Çünkü Cebrail’e göre burada ana hedef toplu katliamdı ve bu yolla elde edilecek ganimetti. Eğer Beni Kureyza gerçekten ihanet etmiş olsaydı, İslam’ın peygamberi Muhammed ve takipçileri kazdıkları hendeklerde gömülü vaziyette olurdu. Bu olmadı ve Muhammed’in silah arkadaşları Beni Kureyza’ya ilerlemek için bir sebep görmedi. İddia edilen ihanetten haberleri yoktu. Bu sebeple Mekkeliler ayrılır ayrılmaz silahlarını bırakıp normal hayatlarına döndüler. Ancak Muhammed, ikinci kişiliğinin yani Cebrail’in yardımı ile olaya müdahale edince her şey değişti. Bu durum iddia edilen ihanetin bugün müslümanlar tarafından katliamı haklı çıkarmak için uydurulan bir bahane ya da mazeretten başka bir şey olmadığını gözler önüne seriyor. Sonrasında, teslim olana kadar İslam savaşçıları bu zayıf kabileyi bir aya yakın süre kuşatma altına tuttular. Kuşatma Yahudilerin koşulsuz teslim olması şartıyla sona erdi. Artık teslim olan kabilenin kaderi Muhammed’in ellerindeydi. Gelin detayları Muhammed Hüseyin Heykel’in kitabı Hz.Muhammed’in Hayatı’ndan okuyalım: Beni Kureyza Muhammed’e topraklarını terketmelerini ve Adhri’at’a çekilmelerini teklif eder ancak Muhammed bunu reddeder ve kararında diretir. Sonra el-Aws kabilesine ulaşılır ve yardım etmeleri istenir. el-Aws ‘tan bir grup gelir ve olayı çözüme kavuşturacak bir düzenlemenin yapılması için Muhammed’e ricada bulunurlar. Muhammed, el-Aws kabilesinden birisinin hükmü ile olayın çözülmesini teklif eder ve bu kişinin onlar tarafından seçilebileceğini belirtir. Yaşanan gelişmeler Kureyza Yahudilerine ulaştırılır ve Sad bin Muaz seçilir. Sad, el-Aws kabilesinden itibarlı bir kişi olup sağlam muhakemeleriyle tanınırdı. Sad yahudilere gidip birgün Muhammed ile yüzleşmek zorunda kalacaklarını tahmin eden ve bunu onlara söyleyen ilk kişiydi. Yahudilerin Muhammed’e ve müslümanlara küfredişlerine tanık olmuştu. Sad hakem olarak seçildikten sonra her iki tarafın da kendisinin vereceği hükme sadık kalacaklarına dair söz vermelerini istedi. Sözler verildikten sonra Beni Kureyza’dan kalesinden çıkmasını ve silahlarını teslim etmelerini söyledi. Sad ardından savaşan erkeklerin kılıçtan geçirileceğini, mal varlıklarının savaş ganimeti olarak ele geçirileceğini, kadın ve çocuklarının tutsak olarak alınacağını belirtti. Muhammed hükmü duyduğunda “Melekler şahidim olsun ki, Allah ve ona inananlar senin hükmünden memnun kaldı Sa’d. Üstüne düşen vazifeyi iyi bir şekilde yerine getirdin.” dedi. Ardından Muhammed Medine’ye dönüp burada Yahudi savaşçılarının getirilip, öldürüleceği ve gömüleceği büyük bir mezar kazılmasını emretti. [1] (Muhammed Hüseyin Heykel – Hz.Muhammed’in Hayatı s.337) İbn İshak Beni Kureyza adamlarının öldürülüşünü şöyle anlatıyor: Derken teslim oldular ve Allah’ın elçisi onları Medine’de bir bölgeye hapsetti. Ardından elçi Medine pazarına gidip orada hendekler kazdı. Gruplar halinde getirilen Yahudilerin kafalarını kesip bu hendeğin içine atıyordu. Aralarında liderleri ve Allah’ın düşmanı olan Ka’b Esed de vardı. Toplamda 600-700 arasındaydılar, bazıları sayıların 800-900’e kadar ulaştığını da dile getirir. Gruplar halinde öldürülecekleri yere götürülen Yahudiler, liderlerine başlarına neyin geleceğini sorduklarında Ka’b onlara “Anlamıyor musunuz? Mübaşir isimlerinizi okuyor ve bir giden bir daha dönmüyor. Sizi bekleyen ölümdür!” dedi. Allah’ın elçisi sonuncusunun kellesini alana kadar bu böyle devam etti. Liderleri Ka’b getirildiğinde üzerinde çiçekli bir kaftan vardı. Öldükten sonra onu kimse almasın diye üzerine küçük delikler açmıştı. Allah’ın elçisini görünce şöyle dedi: “Allah şahittir ki, sana karşı geldiğim için kendimi suçlamıyorum, ancak kim Allah’ı terkeder se o terkedilenlerden olur.” Ardından adamlarına dönüp “Tanrı’nın emri doğrudur. İsrailoğullarına karşı bir katliam yazılmıştır” dedi. Sonra oturdu ve kellesi uçuruldu. [2][3][4] (İbn İshak) İbn Kesir’e göre: Derken Allah’en elçisi hendeklerin kazılmasını emretti ve hendekler kazıldı. Omuzlarından bağlanmış bir şekilde getirildiler ve kelleleri uçuruldu. Sayıları 700 ile 800 arasındaydı. Ergenliğe ulaşmamış çocuklar ve kadınlar esir olarak alındılar ve mallarına el konuldu. (Ibn Kesir tefsiri – Beni Kureyza’ya karşı yapılan sefer) Ayrıca mutlaka değinilmesi gereken başka bir ayrıntı da Beni Kureyza’lıların hepsi başları uçurulacak kadar şanslı değildiler. Yaşamları bağışlananları çok daha kötü bir kader bekliyordu. Tekrar Muhammed Hüseyin Heykel anlatıyor: Peygamber Beni Kureyza’nın mallarını, kadınlarını ve çocuklarını (beşte birini halka hizmet için ayırdıktan sonra) bölüştürdü. Her atlı 2 kişilik pay aldı, bir tane kendisi, bir tane atı için. O zamanlar müslüman ordusunda 36 adet atlı vardı. Sa’d ibn Zayd al Ansari, müslümanların askeri gücünü artırmak için at ve zırhla takas etmek üzre Najd’a birkaç Beni Kureyza tutsağı gönderdi.[5] (Muhammed Hüseyin Heykel – Hz.Muhammed’in Hayatı s.338) At almak için satılan tutsaklar Beni Kureyza kabilesinin kadınlarıydı. İbn İshak bunu doğruluyor: Ardından Allah’ın elçisi, Najd’a bin Abdul-Ashal’ın kardeşi olan Sad ibn Zayd el Ansari için Beni Kureyza’nın tutsak kadınlarından bazılarını gönderdi ve onları silah ve at satın almak için sattı. (İbn İshak: 693) Müslümanların İtirazları En sık karşılaşılan Müslüman itirazı Muhammed’in bir ihanete cevap verdiği ve bu ihanete karşılık verilebilecek en ağır cezai hükmü uygulamayı seçtiğidir. Ancak Beni Kureyza’nın üzerine atılan ihanet iddiası rasyonel bir akıl için kabul etmesi çok zor bir şeydir. İhanet etmesi için, Beni Kureyza’nın müslümanlara saldıran ittifak ordusuna katılmış olması gerekmektedir. Eğer öyle olsaydı (Beni Kureyza Mekke ordusuna katılsaydı) savaş müslümanların toptan yokoluşu ile sonuçlanırdı. Ancak Mekke ordusunun başındaki Ebu Sufyan’ın geri çekilmeden önceki sözleri Beni Kureyza’nın Mekkeliler ile birlik olup müslümanlara karşı ittifak kurmadığını kanıtlamaktadır. Ibn İshak’ı alıntılarsak; Ebu Sufyan şöyle demiştir: “Kalıcı bir yerleşkede değiliz, atlar ve develer ölüyor; Beni Kureyza bize olan sözlerini tutmadılar ve onlar hakkında rahatsız edici haberlar aldık. Yemek pişirmemize, ateş yakmamıza ve çadır kurmamıza engel olan güçlü rüzgarı görebiliyorsunuz. Evlerinize dönün, zira ben öyle yapacağım.” (İbn İshak: 683) Ek olarak, ne Muhammed ne de takipçileri Beni Kureyza’yı ihanet etmekle suçladı. Mekkeliler ayrıldıktan sonra, Beni Kureyza’yı kuşatmak akıllarında bile yokken peygamber böyle bir şeyin gerçekleştiğine tanıklık etmesi için Cebrail’i aşağı indirtmesi gerekti. Bu durum, kabilenin toptan yokedilmesini gerektiren bir ihanetin olmadığını kanıtlamaktadır. Kuran’da yazan Beni Kureyza’nın müslümanların düşmanı Mekkeliler ile taraf oluşu, olaylar gerçekleştikten sonradır, o esnada değil. Sonrasında Muhammed koca bir Yahudi kabilesinin soykırıma uğramasını haklı çıkarmak için bir sebep gerektiğini hissetmiş olmalı ki bu konuda ayetler üretmiştir. Müslümanlar tarafından öne sürülen bir başka argüman da “Beni Kureyza’ya hükmü verecek olan hakimi seçme şansının tanındığıdır.” Beni Kureyza kendi seçtikleri hakim Sad bin Muaz sebebiyle katliama uğramıştır demektedirler. Bu yüzden de Muhammed’in eli onların kanlarına bulaşmamıştır. Bu argüman bazı sorunları beraberinde getirmektedir: Öncelikle İslami kaynaklarda Sad bin Muaz’ın hakem olmasına karar verenin Beni Kureyza mı yoksa dost kabileleri “Aws” mi olduğu belirli değildir. Bu durum şu sahih hadiste belirtilir: Ebu Sayid el Kudri şöyle demiştir ”Bazı insanlar (Beni Kureyza’nın Yahudileri) Sad bin Muaz’ın hükmünü kabul edeceğini söyledi o sebeple peygamber onu çağırdı. Bir eşeğin sırtında geldi ve o camiye yaklaştığında peygamber “Ayağa kalkın” ve dedi ve sonra “Sad, bu insanlar senin hükmünü kabul edeceğini söylediler” şeklinde ekledi. Ardından Sad “Benim hükmüm savaşçılarının öldürülmesi, çocukları ve kadınlarının tutsak olarak alınmasıdır” dedi. Bunun üzerine peygamber “Allah’ın hükmüne yakın bir hüküm verdin” dedi. (Sahih Buhari 5:58:148) Buhari’nin İngilizce çevirisinde Sad bin Muaz’ın hükmünü kabul edenlerden bahsedildiği yerde (Beni Kureyza’nın Yahudileri) kısmı eklenmiştir ancak Arapça yazılan eserin orjinalinde böyle bir kısım bulunmamaktadır. Bu sebeple Sad’ın hüküm vermesini kabul edeceğini söyleyenler Aws kabilesiydi. Beni Kureyza gibi zaptedilmiş ve diz çöktürülmüş insanlara hakimlerini seçme hakkının sunulması zaten anlamsızdır. Bu yüzden elimizdeki kanıt Müslümanların “Teslim olan Beni Kureyza kabilesine hakimlerini seçme hakkı tanınmıştır” iddiasının karşısındadır. Dahası, eğer birisi Beni Kureyza’ya hakimlerini seçme hakkı verildiğini kabul etse dahi Muhammed temize çıkmamaktadır. Sahih hadisleri dikkatli inceleyen birisi görecektir ki Sad bin Muaz’ın tek yaptığı Muhammed’in amaçladığı şeyi hüküm olarak dile getirmektir. Sad bin Muaz kanlı hükmünü dile getirdikten sonra Muhammed derhal onu alkışlayarak Sad’ın hükmünün Allah’ın hükmüyle bir olduğunu söylemiştir. Tekrar Sahih Buhari’den: Ebu Sayid el Kudri şöyle demiştir “Banu Kureyza’nın insanları Sad bin Muaz’ın hükmünü kabul edeceklerini belirttiler. Peygamber de Sad’ı çağırdı. Sad eşek sırtında geldi ve Peygamber ona “Bunlar senin hükmünü kabul edeceklerini söyledi” dedi. Bunun üzerine Sad “Erkeklerini (savaşçılarını) öldür, çoluk çocuğunu da tutsak olarak al. Bunun üzerine peygamber ona“ Sen Allah’ın hükmüne uygun hüküm verdin” dedi. (Sahih Buhari 5:59:447) Muhammed zaten kabileyi kıyımdan geçirmek istiyordu, hatta Sad bin Muaz işe dahil olmadan önce bile. Kabileyi kuşattığı zaman bu plan kafasındaydı. Ebu Lubaba’yı kuşatma esnasında elçi olarak Beni Kureyza kalesine göndertti. İbn İshak’ın siyerinde bu olaydan bahsedilmekte. Allah’ın elçisi Ebu Lubaba’yı Beni Kureyza kabilesine gönderir. Kureyzalılar onu gördüklerinde yanına giderler. Kadınlar ve çocuklar yanına gidip karşısında ağlarlar ve Ebu Lubaba onlara üzülür. Kureyzalılar “Ey Ebu Lubaba, sence Muhammed’in hükmüne teslim mi olalım?” Ebu Lubaba “Evet” dedikten sonra eliyle boğazını gösterek katliama uğrayacaklarını işaret eder. (Ibn Ishak: 686) Hatırlatırız, anlatılanlar kuşatma anında gerçekleşmiş olup Sad bin Muaz kuşatmadan sonra bu olaya dahil olmuştur. Burada Muhammed’in elçisinin Beni Kureyzalılara Muhammed’in niyetini açıkladığını görüyoruz. Sonrasındaysa Ebu Lubaba kuşatma altındaki kabileye Muhammed’in planını anlatmaktan suçluluk duyar. Çok geçmeden orayı terkedecek ve kendisini caminin sütunlarından birine bağlayacaktır. Bu durumla ilgili İbn İshak’da şunlar geçer: Ardından Ebu Lubaba onları terketti ve peygamberin yanına gitmek yerine “Allah beni yaptığım şeyden dolayı affetmedikçe buradan ayrılmayacağım” diyerek kendisini caminin sütunlarından birine bağladı. Bir daha asla Beni Kureyza’ya gitmeyeceğine, Allah’a ve onun elçisine ihanet ettiği şehirde bir daha asla görünmeyeceğine dair Allah’a söz verdi. (Ibn Ishak: 686) Eğer Beni Kureyza’nın başına gelenlerin sebebi tamamen Sad bin Muaz ise, İbn İshak’da yazanlar nasıl açıklanabilir? Orada yazanlar Muhammed’in Beni Kureyza’yı soykırım yapma niyetiyle kuşattığını ortaya koyuyor. Müslümanlar arasında tutulan bir diğer argüman da Beni Kureyza Yahudileri’nin Tevrat’ta yer alan, kendi kanunları çerçevesinde öldürüldükleridir. Argümana göre Sad bin Muaz’ın hükmü Tesnim 20: 10-18’le örtüşmektedir. Müslümanlara göre buradan yola çıkılırsa ne İslam ne de müslümanlar suçlu olarak gösterilebilir. Gerçekte, Tesnim 20: 10-18 “Tevrat’ın kanunu” değildir. O sadece Yahudi-Hıristiyan tanrısından gelen belirli bir fetih planı hakkında belirli bir yöndür. Tevrat’ta vaadedilen topraklara ulaşıldığı için artık geçerliliği de yoktur. Üstelik ne ihanetle ilgisi vardır ne de ihanet eden dostlarlara nasıl muamele yapılacağıyla. Bu sebeple eğer Muhammed ya da Sad bin Muaz gerçekten de bu kanunları kabileye uyguladıysa, bu, yanlış duruma yapılan, yanlış kanunun yanlış uygulamasıdır. Allah’ın peygamberi olarak Muhammed bu yanlış kanunların yanlış uygulamasını kolaylıkla yürürlükten kaldırabilirdi. Ayrıca müslümanların bu argümanı şu soruları gündeme getiriyor: 1.Neden müslümanlar Tesnim’in (Tahrif edildiğini iddia ettikleri yazıt) hükmünü başka durumlarda zalimce, sert ve soykırım örneği olarak gösterip eleştirirken şimdi birden bire onu adil ve doğru kabul ediyorlar? 2. İslami kaynaklar Muhammed’in Beni Kureyza liderleri gibi sadece savaşan erkekleri değil aynı zamanda liderlerinin/büyüklerinin kararlarıyla yakından ilgisi olmayan erkek çocukları da öldürdüğünü yazar. Niçin masumlar gereksiz yere katledildi? Bazı müslümanlar Beni Kureyza içinden sadece savaşabilenlerin öldürüldüğünü iddia eder. Kendi kaynaklarına göre bu doğru değildir. Muhammed Yahudiler arasından kimin savaşabileceğine nasıl mı karar vermiş? Kendi kaynaklarından okuyun: Allah’ın elçisi onlardan ergenlik çağına erişen herkesin öldürülmesi gerektiğini emretti. (Al-Tabari: Cilt 8. (s. 38)) Başka bir kaynak ise öldürüleceklerin -ergenlik çağına ulaşmış olsun olmasın farketmeksizin- nasıl belirlendiğini anlatıyor: Attiyah el-Qurazi şöyle demiştir: “Ben Beni Kureyza tutsakları arasındaydım. Bizi incelediler ve aramızdan kasık kılı olanlar öldürüldü, olmayanlar sağ bırakıldı. Ben henüz kılı olmayanlardandım. (Abu Dawud 38:4390) Önceden de gösterdiğimiz gibi, Muhammed Sad’ın hükmünün Allah’ın kanunları çerçevesinde uygun olduğu beyanında bulundu. Bu sebeple müslümanlar gereksiz yere Tevrat’a atıfta bulunmayı bırakmalı ve kendi peygamberleri Muhammed’in Sad’ın hükmünü alkışlayarak onayladığına yoğunlaşmalı. Son olarak, Müslümanlar için sonsuza dek mükemmel örnek , (İnsan-ı Kamil) olan Muhammed’in Beni Kureyza Yahudileri’ni kuşatmadan onlarla nasıl iletişim kurduğunu öğrenmek ilginç olabilir. Kaynaklar kendileri konuşsun: Allah’ın elçisi onların kalelerine yaklaşınca şöyle dedi “Sizi maymunların kardeşleri…, Allah sizi rezil edip intikamını üzerinize mi saldı?” Beni Kureyzalılar cevapladı: “Ey Muhammed, sen vahşi bir insan değilsin.” (Ibn Ishak: 684) Yine sahih derlemelerden: El-Bara şöyle demiştir “Kureyza’nın kuşatma gününde, Allah’ın elçisi Hassan bin Thabit’e der ‘Onlara şiirlerinle acı çektir, Cebrail seninle’ dedi.” (Sahih Buhari 5:59:449) Çaresiz insanlara “maymunların kardeşleri” sözleriyle acı çektirmek ve takipçilerini aynı şeyi yapmaları için tahrik etmek “Allah’ın peygamberi “ için ne derece uygun bir eylemdir? Üstelik bu hakaretleri kuşatmadan önce söylediğini belirtmeye ihtiyaç var mı bilinmez. Sonuç Müslümanlar bu suçu haklı çıkarmak için pek çok apolojetik argüman ortaya atar. Kullandıkları en meşhur argüman Beni Kureyza’nın sözde ihanetidir. Herhangi bir ihanetin Hendek savaşında İslam’ı tarihe gömeceği düşünülürse bu sözde ihanet argümanının kusurları açıkta ortaya çıkar. Tesnim (kendileri tahrif edildiğine inandıkları dini yazıt) ve işe çok sonradan dahil olan Sad bin Muaz kullanılarak ortaya attıkları bahaneler eleştiriye maruz bırakıldığında ayakta kalamıyor. Çünkü Muhammed bu kabileyi hakim Sad bin Muaz davet edilmeden önce kıyımdan geçirmeyi planlamıştı. Hatta Sad hükmünü açıkladıktan sonra, koşarak ondan yana taraf alıp, bu hükmün Allah’ın da hükmü olduğunu duyuran kişi Muhammed idi. Tüm bu durumları işin içine dahil ettiğimizde, bu olayı savunmak için ortaya sürülebilecek geçerli bir argüman bulunmamaktadır. Bu olaydan sonra Arabistan’da Beni Kureyza adında bir kabile olmamıştır…
MUHAMMED KIMLERDEN DERS ALDI KIMLERLE ILISKISI VARDI? Muhammed, henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke'nin tahsil görmüş en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona karşı, "Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan almıştır, bu işin Allah'la ilgisi yoktur" gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, Nahl Suresi'nin 103.ayeti ortaya çıkıyor. Nahl/ 103. Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: "Kur'ân'ı Muhammed'e bir insan öğretiyor" diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'ân ise apaçık bir Arapçadır. Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli tefsircilerin yorumlarına bakalım: 1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor: "Mekke'de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, "Hayır, Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah'ı ise işini sağlama almak için kullanıyor" demeye başladılar. Bu yüzden, nahl Suresi'nin 103.ayeti cevap olarak indi." 2. Carullah Zamahşeri'nin "el-Keşşaf...." adlı tefsirinde ve Muhammed bin Cerir Taberi'nin ünlü Camiu'l Beyan adlı tefsirinde Nahl Suresi'nin 103.ayeti için şöyle deniyor: "Mekke'de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilince, ona muhalif olanlar, "Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de, adı geçen demirci köleden almış" demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl Suresi'nin 103.ayeti indi. 3- İmam Suyuti, Lübabü'n-Nükul adlı eserinde, Nahl Suresi'nin 103.ayeti için şöyle diyor: "Mekke'de Bel'am adında birisi vardı. Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde Mekke'de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok kitapları olduğunu ve Muhammed'in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden yararlandığını kaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle görevlendirilince, muhalifler, "Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah'tan değil; adı geçen kişi veya kişilerden alıyor" demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine Nahl Suresi 103.ayeti indi." 4- Kadı Beydavi, Envarü't Tenzil adlı tefisirinde şöyle diyor: "Mekke'de Amr bin Hadremi'nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. Kimileri de bu şahsın, Huveytıb'ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, "Muhammed, Kuran bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah'ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor" şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Sures'nin 103.ayeti indi." 5- Nesefi, "Medark ..." adlı tefsirinde şöyle diyor: "Huveytıb'ın Aiş ya da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr bin Hademi'nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil'i çok iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar ve Kuran'ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed'in aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi." 6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri Kebir adlı yapıtında şöyle diyor: "Mekke'de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen ve bolca da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel'am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, ondan bilgi alırdı. Kuran olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde 'Bu işin arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır' demeye başladılar. Kimileri de, 'Aslında Kuran'ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed'e öğretiyor; fakat kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed'i öne çıkarıyor, yani Kuran'ın baş aktörü Hatice'dir' diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir. 7- Bazı kaynaklar da, "Nahl Suresi'nin 103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed'i etkileyen kişinin aslında Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini" yazıyorlar. Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- gerçekten adı geçen şahıslarda Kuran'ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var mıydı ya da Muhammed'e aktardıkları bilgiler Muhammed'in bildikleri, ürettikleriyle birlikte mi Kur'an'ı oluşturmuştu. Yoksa bu görüş muhalefet tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz şunlar: Selman-ı farisi, aslen Iranlı idi. Başta Zerdüştilik olmak üzere, bütün dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran'da Zerdüştilik'te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, daha sonra Irak'a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini "din"ler konusunda son derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini derinleştirerek nihayet Islamiyet'e geçmişti. Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5.yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine'de meydana gelen Hendek savaşı'nda ; "Medine'nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım" fikrini ortaya atarak, müslümanların savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Hz.Ali, onun hakkında "Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir denizdi" demiştir. Selman'ın arkadaşları da kendisi için, "Selman lokman hekim gibiydi" diyorlardı. Ebu Hüreyre, "Selman, hem Kuran'da hem de İncil'de uzman bir insandı" demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın'a vali olarak tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, "Selman'ın kavradığı bilgiler için en az ikiyüzelli yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır" diyor. Muhammed de onun hakkında, "Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır" demiştir. Muhammed'in sık sık Selman'la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve Selman'ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir. Turan Dursun'un "Din Bu" adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel'am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr ve Iranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan Bel'am, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler. Ilhan Arsel'in Şeriat'tan Kıssalar adlı kitabının önsözünde de Muhammed'in diğer öğreticileri/yardımcıları olarak Bahîra, Verkâ ve Abdullah Ibn-i Selâm'ın adları geçer. Muhammed katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret'in dördüncü yılında katiplerinden Zeyd bin Sabit'e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir. Söylendiğine göre, en ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisî ile, Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer'in yazarları İbn-i İshak, İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa's gibi kaynakların bildirmesine göre, Selman-ı Farisî, Iranlı bir "Mecusî" iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek Suriye'ye gelmiş, daha sonra Bedevîler tarafından esir alınıp bir Yahudi'ye satılmış ve onun tarafından Medine'ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için Muhammed'e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam'a girmiş ve azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, Muhammed'e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da Muhammed'e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, Muhammede'e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir. Abdullah İbn-i Selam'a gelince, Tevrat'ı en iyi bilen yahudi'lerden birisiydi. Muhammed'in Medine'ye hicretinden sonra Islamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, Muhammed'e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, "Cennetlik olan on kişinin onuncusu" olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari ... c.IX, s.81, ve c.X, s.25 vd.) Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, "kıssa"ları (masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esasına göre değil, fakat Kuran'ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını da hadis olarak ifade etmiştir. Bu yolla Tevrat'tan aktarılan bilgilerde zaman zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. Örneğin İsa'nın annesi Meryem'le, Musa'nın kızkardeşi Meryem'i karıştırmış, İbrahim'in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır. Muhammed'in peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir. Bu dönemde Mekke'de putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı. Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere inanıyorlardı. Muhammed'de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu. O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi?s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es?ad el-Himyeri, Veki? b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa?leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka?b b. Lüey gibi zatlardır. Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir . Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi . Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür: Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur?u okuduklarını, bir çoğunun İbrahim?in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hıristiyanlığa girmediklerini, İbrahim'ın dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir. Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren dillerde görülmekteydi. Ancak Kur?an?da kast edilen mananın dışında bir anlam taşımaktaydı. Kur?an?da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, müşrik, kaba ve yalancı vs?anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. Hanif kelimesine yalancı, iki yüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan Süryaniler, ?hanif? kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de söylemişlerdir. Arapça da ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan ?hanefe? den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha inanan kimse demektir. ( Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, dipnot 31) Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, hristiyanlık bir birine karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hakimiyetlerini muhafaza için, Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. Diğer taraftan tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbîîlik ve onun istihalesi durumunda olan putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir. Araplar çoğunlukla ifrat derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukkaz Panayırında söylenmiştir. ?Ey insanlar! ?Allah?a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış, Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var. Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü. Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun. Ona muhalefet edene yazıklar olsun. Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.? Diyerek tabiri caizse İsa'ya yol açan Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed?in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır. Hilful-Fudul ve Muhammed Üzerindeki Etkileri: Muhammed'in gençlik dönemindeki Kureyş'de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı çiğneyenlerden biri de Muhammed'in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed'de bu savaşa katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke'de karışıklık iyice arttı. Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk had safhaya varmıştı. Öyle ki Mekke'ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze uğruyordu. Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemen'li bir tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke'de mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı. Bu durumdan etkilenenler Mekke'li zenginlerden Abdullah b. Cudan'ın evinde biraraya gelerek toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı. Hılfılfudul adıyla anılmasının nedeniyse; araplar arasında bu isimle anılan bir çok antlaşmanın daha önce yapılmasıydı. bunlardan en meşhuru; curhum kabilesinin kureyş?ten önce böyle bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; fadıl b. fudale, fadıl b. vedea ve fadıl b. haris isimli curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri fadıl olduğundan bu harekete de fadılların ittifakı anlamında hılfılfudul adı verilmiştir. Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi: ?Allah?a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.? (İbn Sa?d, Tabakat, I, 129) Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail?e giderek Yemenli?nin malını ondan almak ve Yemenli?ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has?am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke?ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac?ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu?l Fudul?a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh?in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler. Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Muhammed'le birlikte Ebu Cehil'e gidildi ve hiç bir itiraz olmadan parası alındı. Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke?nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef?e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu?l-Fudûl?a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy?e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi. Bu sivil insiyatifin olumlu girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı güven ve saygı oluşturdu. Bu örgütün, Muhammed'in kişiliğinin oluşturmasında, çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük olmuştur. Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul'dan övgüyle söz etmiş ve "Yine çağrılsam gider katılırım." demiştir. (Müsned, I, 190, 317) Hatice ve Varaka: Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza'nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir. O, Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi Fâtıma'dır. Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce Varaka ibn-i Nevfel'e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikahlanır. Ebu Hale'nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik'in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O'nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları doğmuştu: 1. Ebu Hale'den Hind isimli oğlan çocuğu. 2. Atik'den yine Hind isimli kız çocuğu 3. Sayfi'den Muhammed isimli oğlan çocuğu. Hz.Hatice'nin iki çocuğunun isminin de Hind olmasına binaen künyeside Ümm-i Hind olmuştur. Hatice çok zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret kervanları düzenlerdi. Muhammed'le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi. Aynı zamanda hizmetkârı Meysere'yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hatice, Muhammed hakkında Meysere'yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed 'e evlenme teklifinde bulundu. Hatice Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 yaşlarında idi. Evliliklerinden 4 oğlu oldu; Kasım, Tayyip, Tahir, Abdullah dördu de vefat ettiler. 4 de kızı oldu; Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatima. Shocked - 40 yaştan sonra 8 çocuk. Shocked ( Bazı kaynaklara göre Tayyip ve Tahir, Abdullah adlı oğlunun lakabları olarak belirtilir.) Hatice, Muhammed'i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Aynı zamanda Nasturi rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi. Tevrat ile İncil'ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti. Varaka Bin Nevfel Muhammed'i sevdi. Onun dini konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için Muhammed'de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat'ı baştan başa okudu. Adem'den İsmail'e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa'nın dinini nasıl kurduğunu, İsa'nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye'yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi. Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo'ya göre, Muhammed 15 sene boyunca Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil'de yer alan bilgiler ona öğretilmiş ve yetiştirilmiştir. Kaynak: İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404 Yemen?li Rahman Muhammed zamanında Yemen'de çok önemli bir kabile reisi vardir ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame Rahman'idir. Bu Yemame Rahman'i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. Araplar arasında oldukça nüfuzludur. Muhammed'in bu kişiyle diyalogları olmuş, ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, Mekkeli inanmayanlar, "Bize ulaşan bilgiye göre,Yemame'deki şu adam, Rahman denen kişi öğretiyor sana müslumanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz hiçbir zaman Rahman'a inanmayız." demişlerdir. (Siratu Ibn Ishak,Muhammed Hamidullah 180/254) Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arab dilindeki birçok kelime Sankstritcedir, çok tanrılı Hint bolgesi diline aittir. Mekkeli Araplar Muhammed'in islam kelimesini bile Bu Rahman denen kişiden aldığını iddia ediyorlardı. Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı da "Müslim" di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, müslumanlar alay etmek için "Müseylime" ve "çok yalancı" anlamında "Kezzab" ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye. Yine de elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir. Yemen, o zamanlarda Mısır dahil ortadoğu ve Hindistan'a kadar ki uygarlıklar için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da musevilik, hristiyanlik ve müslumanlığın temeli olan sabiilik vardı. Bunun yanında musevilik ve hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine'de yahudiliğin yerleşmiş olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı zamanda. Rahman denen kişi Yemen'in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören bir başkandı. Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice tarafindan ticari amaçlı olarak Yemen'e de gonderilmişti. Yemen'de o zamanlar çok önemli olan Hubase fuarına katılmıştı. Zaten Rahman'la da burada tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah,Islam Peygamberi 1/61) Muhammed'in içinden çıktığı Evs ve hazrec kabileleri de, o zaman ki Arap kabileler topluluğundan bir çoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı. Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar. Yemen kokenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak çok sağlam iki hadis aktaralım: "Emanet Ezd'dedir." -Tirmizi,Sunen,no 3936- "Ezd kabilesinden olanlar, allah'ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar.İnsanlar onları alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep 'keşke babam bir Ezd'li olsaydı, keşke anam bir Ezd'li olsaydı'diyecek" -Tirmizi,no:3937- işte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, "iman Yemenlidir, hikmet de Yemen'lidir" demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, Yemen'in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan sabiiliğin orada merkezi din olmasıdır. Muhammed'e göre iman dolayısıyla dini oluşturan herşey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için. Nitekim, peygamberliği Muhammed'e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed'e peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir. Evet, bazı bilgiler gerçekten şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak birşey de değil. Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed'den 20 yıl önce peygamberliğini ilan etmiş. Hicret'in 10. yılında Muhammed'e şu satırlarla ortaklık teklif ediyor; " Tanrı elçisi Müseylime'den,Tanrı elçisi Muhammed'e mektuptur.Sana esenlikler dilerim. Ben Peygamberlikte sana ortak edildim.Yeryüzünün yarısı bize,yarısı Kureyşlilere aittir,fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler." Peygamber'in,Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği, Reccal bin Unfuva, Müseylime ile çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı'nın Müseylimeyi, Muhammed'e ortak ettiğine tanıklık ediyordu. Margoliuth'a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli Rahman'ı taklit etmişti. Rahman'dan Örnek Ayetler: "Allah yüklü deveye in'am etti. Ondan koşan bir yavru çıkardı. Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasindan." "Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutlarin ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar." "Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. Insanlar bu yuzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar." "Renkleri kara olduğu halde sutleri beyaz olan koyunlar uzerine and içerim ki." "Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız." Bahriye Üçok'un "Dinden Dönenler ve Yalancı Peygamberler" kitabından. Yemameli Rahman Müslim'den birkaç ayet daha; Tohum ekerek, Ekin yetiştirenlere, Ekinleri biçenlere, Buğdayları savuranlara, Sonra öğütenlere, Onlardan ekmek yapanlara, Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak, Et suyunda ıslatanlara, Ve bunların üzerine, Sade yağ dökerek yiyenlere, Şerefine and içerek temin ederim ki; Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan, Daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi. Karanlıkları basan gece, Siyah Kurt, Ve yaşına basan, Çatal tırnaklı hayvan adına andolsun ki; Üsseyid'lerin, Harem'in hürmetini çiğnememiş Olduklarını teyit ederim. Aşağıdakiler de Kur'an'dan: Naziat/1-5 o daldırıp çıkaranlara, usulcacık çekenlere, yüzüp yüzüp gidenlere. yarışıp geçenlere, ve bir iş çevirenlere Andolsun ki, Ayetler arasında bayağı benzerlik var. Allah'ın yemin şekli nerdeyse aynı. Yemame'li Müslim'in ayetlerini Muhammed'den daha önce yazdığını düşündüğümüzde; "Yoksa Cebrail aleyhisselam Müseylime'ye de uğramış olmasın?" demekten alamıyoruz kendimizi. Smile O dönemin peygamber iddiası ile ortaya çıkan Esved ül-Ansi, Tuleyha Bin Huveylid, Secah ve Müseylimet ül-Kezzab yani Yemameli Rahman Müslim'le Muhammed bin Abdullah'ı ele aldığımızda başarılı olanla kaybedenleri görmekteyiz. Peygamberlikte dikiş tutturamayanların çoğu bu girişimlerini canlarıyla ödediler